top of page

Isabelle Huppert: “Oyunculuk benim için çok basit bir iş”

  • Bensu Şahin
  • 6 Tem
  • 3 dakikada okunur
Isabelle Huppert

Ciddi bağımsız sinemadan neşeli yeni komedi The Crime Is Mine (Suç Bende) filmine uzanan kariyerinde, üretken yıldız hiçbir rolün kendisine ağır gelmediğini söylüyor.


Isabelle Huppert’ın bir karaktere girmedeki yöntemi basit: Önce doğru saç modelini bul, gerisi kendiliğinden gelir. François Ozon’un neşeli komedisi The Crime Is Mine filminde sessiz sinemanın gözden düşmüş bir yıldızını canlandırırken, Huppert büyük Fransız trajedi oyuncusu Sarah Bernhardt’ı çağrıştıran, ateş kırmızısı ve kabarık bir peruk tercih etmişti. Diva ruhlu Odette Chaumette karakteri için hem görünümde hem davranışta olabildiğince abartılı ve gösterişli olmayı hedeflemiş.


“Böyle bir karakteri oynamak, daha abartılı bir yaklaşım gerektiriyor,” diyor Huppert. “Sonuçta bu bir komedi. Karakterler için ‘karikatür gibiler’ diyebiliriz ama ‘karikatür’ kelimesi sanki onları küçümsüyor. Yine de bu roller, sahneye özgü teatral bir abartıyı mutlaka istiyor.”


Buna karşılık, Paris’teki Hôtel Lutetia’daki söyleşimize kot ceket, kot pantolon, beyzbol şapkası ve güneş gözlüğüyle sade bir halde geliyor, tavrı da aynı ölçüde net. 1970’lerin başından bu yana 120’yi aşkın filmde rol alan Isabelle Huppert’ın bitmek bilmeyen enerjisi, merhum Fransız yönetmen Patrice Chéreau’ya ona “Huppert makinası” lakabını taktırmış.


1977 yapımı The Lacemaker (Dantel Ören Kız) filmindeki utangaç kuaför rolünden bu yana Huppert, Claude Chabrol’un Madame Bovary’si (1991) ve Michael Haneke’nin The Piano Teacher (Piyanist, 2001) gibi yapımlarda, karakterlerinin yalnızca kendilerine güvenebileceklerini acı bir yolla öğrenmelerini büyük bir ustalıkla canlandırdı. The Crime Is Mine, üretkenliği Huppert’a yaklaşan François Ozon’la ikinci buluşması; ikili daha önce 2002 tarihli müzikal komedi 8 Kadın’da birlikte çalışmıştı.


“François Ozon’un en sevdiğim yanı çok yönlülüğü,” diyor. “Bana biraz Stephen Frears’ı hatırlatıyor; o da türler arasında zorluk çekmeden atlar. Bir yönetmenin kendini tekrar etmemesi bana göre epey Anglo-Sakson bir yaklaşım.”


1930’lar Paris’inde geçen film, bir yapımcının tecavüz girişiminden son anda kurtulan genç bir aktrisin, yapımcının öldürülmesiyle baş şüpheli ilan edilmesini konu alıyor. Ta ki filmin ortasında Odette Chaumette sahneye çıkıp her şeyi tamamen altüst edene kadar.


“Ozon’un diyaloglarını çok seviyorum,” diyor Huppert. “Hem inanılmaz komik hem de müthiş bir hızla ilerliyorlar. Bu kadar etkili repliklerle işleyen bir kelime fırtınası yaratmak kolay değil.”

Isabelle Huppert

Hiçbir rol üzerimde iz bırakmaz; rahatsız edici olanlar bile. İz bırakacaksa seyircide bırakmalı.


Ozon, filmi 1934 tarihli popüler bir oyundan uyarlarken dönemin ruhunu koruyup aynı zamanda #MeToo benzeri güncel toplumsal cinsiyet temalarını da ustalıkla eklemiş.


“Bu sayede film kuru bir dönem resmi olmaktan çıkıyor,” diyor Huppert. “Özellikle genç aktrisin mahkeme sahnesinde çağdaş yankılar canlanıyor, duygusal sarsıntısını hissediyorsunuz.” Zorlu roller Huppert’a yabancı değil: Paul Verhoeven’ın cinsel şiddet içeren gerilim filmi Elle (2016) ona ilk Oscar adaylığını getirdi; The Piano Teacher ise Avrupa’da ödülden ödüle koştu.


Haneke ve Verhoeven gibi “ahlaki gri” yönetmenlerle çalışmak nasıl?


“Bu filmlerde yüzleşmeniz gereken bir dizi meydan okuma var,” diyor. “Ama manipüle edildiğimi hiç hissetmiyorum, çünkü bu süreçte gönüllüyüm. Her sabah ‘Doğru mu yaptım?’ diye korkuyla uyanırsanız bu filmleri çekemezsiniz.”


Bu roller onda kalıcı bir etki bırakıyor mu?


“Bırakmıyor,” diyor. “Umarım izleyicide bırakır, o da gerekliyse tabii.”

Huppert, oyuncu olarak görevini net bir şekilde tanımlıyor: “Yönetmenin vizyonuna güvenmek.” Keyif aldığı setlerde aynı yönetmenle defalarca çalışıyor: Merhum Chabrol’la yedi, Haneke’yle dört, Güney Koreli Hong Sang-soo ile üç filmde beraberdi. Hong’un mikro-bütçeli A Traveller’s Needs’i ise bu yıl Berlin’de Gümüş Ayı ödülü aldı.


“Bir oyuncu için belli bir yönetmenle uzun süre çalışmaktan iyisi yok,” diyor. “Bunu birkaç kez yaşamak büyük şans… Beni ilgilendiren şey, yönetmenin benzersizliğidir.”


Bu yıl Venedik Film Festivali jürisine başkanlık ederken Huppert, “Sinemanın hayatta kalıp kalamayacağından endişeliyim, şu sıralar zayıf” demişti, festival kapanışındaysa dünya sinemasının “sağlık fışkırdığını” söylemişti. Hangisine inanmamız gerek?


Gülüyor. “Bu biraz da sabah nasıl uyandığınıza bağlı,” diyor. “Eskiden benim de oynadığım bazı bağımsız filmler, bugüne göre çok daha fazla izleyiciye ulaşabiliyordu, bunu unutmamak gerek.”


Filmler dışında başka şeylere vakti kalıyor mu?


“Bolca tiyatro yapıyorum,” diyor gülerek. Gerçekten de öyle:


Ay sonunda, İtalyan yönetmen Romeo Castellucci’nin rejisiyle sahnelenecek Racine’in Bérénice adlı oyunu için Lugano’da olacak.


Kasım ayında, Güney Kore’de Mary Said What She Said adlı monologla sahneye çıkacak. Oyun, Mary Stuart’ın idamından önce yazdığı mektuplardan uyarlanmış.


Aralık’ta ise Çin’de Ivo van Hove’un yönetmenliğinde sahnelenen The Glass Menagerie oyununda rol alacak.


Elli yılı devirmiş “Huppert makinesi”, hâlâ tam gaz çalışıyor.


“Bayılıyorum,” diyor. “Belki de büyük çaba gerektirmediğindendir çünkü oyunculuk benim için çok basit bir iş.”

Çeviri: Bensu Şahin

Comments


bottom of page