“Kimin geldiği hiçbir zaman tam olarak bilinmez, ancak gidenin kim olduğu kesinlikle bellidir.”
Kurtulmayı isteyen kim
William Butler Yeats’in ‘İkinci Geliş’ şiirinde müjdelediği gibi aslan vücutlu, insan başlı bir heyula değil bu gelen, sıradan bir fırın işçisi sadece. Sahnenin bir köşesinde hazır bekleyen darağacı da bu dili kodlayan iktidar tarafından, bir sistem olarak dilin egemenliğini rizomatik bakışın hilafına sürdüreceğinin göstergesi zaten. İlginçtir Godot’nun geldiği yol (dil) zorunlu olarak darağacına gidiyor. Ancak bu kez sırtında çarmıhıyla değil, un çuvallarıyla. Bir Demirperde ülkesine gelen Godot’nun işçi kılığında olmasında aslında şaşılacak bir şey olmasa gerek. Ancak bu yeni kurtuluş ihtimali önce yozlaşarak trajedi biçiminde yok oluyor, sonra komediye dönüşerek berhava oluyor. Aslında bu kasvetli sonuca biz Karamazov Kardeşler’in Zosima Dede’sinden aşinayız. Romanın en etkili sahnelerinden birinde Zosima Dede, ikinci gelişin neden imkânsız olduğunu, bunun mümkün olmaması için Kilise’nin nasıl örgütlendiğini hatta Kilise’nin varlık sebebinin bu gelişi imkânsız kılmak olduğunu tane tane anlatıyor. Bu açıklama elbette modern bir açıklamadır. Hakikat-sonrası çağda ikinci gelişi engellemek için Kiliseye ve benzeri bir otoriteye bile ihtiyaç kalmayacağını söyleyebiliriz. Çünkü kurtulmayı isteyen kimdir? Alışverişin, küçük hesapların, pazarlıkların, statü kaygılarının dizayn ettiği, göstergelerinden koparılmış bir gündelik dil zaten kurtuluşun önündeki en sağlam engel olarak duruyor. Gelecek olanın Tito mu Marks mı ya da bir tanrı mı olacağının önemi yok. Kim gelirse gelsin; özgürlük, adalet, ekmek, aşk fark etmez heybesinde ne getirirse getirsin sonuçları hakkında epey fikir veren bir oyun ‘Godot Geldi.’ Marks’ın öngördüğü gibi her ikinci geliş bir fars olarak tezahür eder, burada absürd komediye dönüşüyor. Her kurtuluş ideali insanlardan konfor alanından feragat etmesini talep edeceği için ister efendi olsun ister köle, kimsenin bekleyişin rahatlığından vazgeçmesi mümkün görünmüyor. Beklemek ne güzel, kavuşmak ise felaket!
Godot’nun köleleri gütmek için efendi tarafından uydurulan bir masalın kahramanı mı, ezilenlerin, (Nietsche’nin Hristiyan köle ahlâkı dediği) korku ve aptallıklarını örtmek için bir bahane mi, adına aşk denen bir yanılsama mı, ekmek denilen realiteyi mi temsil ettiği belirsiz ama bu gelişin sonuçlarının pek de beklenildiği gibi olmayacağını göstermesi bakımından önemli bir oyun ‘Godot Geldi.’ Bu kasvetli çıkarım can sıkıcı görünse de bununla yüzleşmeden ekmeğimize karışan acıyı, özgürlüğümüze sızan tutsaklığı, aşkımızı kuşatan mülkiyet duygusunu aşmanın yolu yok gibi görünüyor. Godot’yu aşkla bekleyenlerle –hatta beklerken zamana ateş edenlerle- Godot asılsın diye slogan atanların aynı kişiler olması, köleliğin kaldırılmasına önce kölelerin itiraz etmesi bir samimiyet testi olarak önümüzde duruyor. Ragıp Yavuz bu tekinsiz sahnenin, bu “yanlış bekleyiş diyarının” zeminine yerleştirdiği bataklığı bir metafora dönüştürerek, sonuçların dünyaya baktığımız yerle değil üzerinde durduğumuz zeminle ve dille ilgili olduğunu; aldanışın herkesi ağır ağır içine çektiğini güzel anlatmış. Kurtulmayı isteyenler için elbette. (Bu oyunun yazıldığı ülkenin artık ortada olmaması bataklığın hem metafor hem de vakıa olduğunu doğruluyor gerçi.)
Perde kapandıktan sonra Godot’nun alkışlar eşliğinde havaya savurduğu bir avuç un ayağımızı bastığımız bataklığa, hayatla yaptığımız aldanış anlaşmasına, alışkanlıklarımızın verdiği güvenlik duygusuna, oyunun geride bıraktığı ağır ama verimli sorulara yumuşacık ve hüzünle iniyor. Kurtuluş umudu artık ortadan kalktığı ve her şey yeniden normale (özgürlük zannettiğimiz esaret iklimine) döndüğü için belki de sevinçle iniyor. Belki de kötü bir rüyaydı, bu. Eski yalnızlığa ve yoksulluğa dönüp beklemeye devam etmek en iyisi. “Bekleyiş unutuştur,” çünkü.
[1] GODOT GELDİ, YAZAN :MİODRAG BULATOVİC, ÇEVİREN :SEVGİ SOYSAL, YÖNETEN :RAGIP YAVUZ
Comments