En Sevdiğinden Başla ya da Öldür Sevdiğini!
- Gökçe Özder
- 7 gün önce
- 3 dakikada okunur
Leyla’nın Ömer’e verdiği tavsiyeyle başlıyorum yazıya, “en sevdiğimden”. Peki, neydi benim için bu oyunun en sevdiğim yanı? Bu cevabın hikâyesi aylar önce Nilay Örnek’in podcastinde Nezaket Erden ile Hakan Emre Ünal’ın yeni bir oyun üzerinde çalıştıklarını duymamla başladı. Yazdıkları, oynadıkları hemen hemen her işte kendi hayatlarından esinlenen, izler taşıyan bu ikili bu sefer “dışı sizi içi bizi yakar” dedikleri, ikili ilişkilerinin karanlık taraflarına değineceklerdi, üstelik ilk defa sahnede yan yanaydılar. “Trajik olanı estetik hâle getirmek” için çıkmışlardı yola, sanat üreten herkesin ilgisini çekebilecek bir şeydi bu. Nitekim o zaman için henüz bir adı bile olmayan oyunu merakla beklememe, biletler satışa çıkar çıkmaz almama da işte bu ilgi neden oldu.
En Sevdiğinden Başla birer oyuncu-yazar olan Leyla ile Ömer’in hikâyesi. Zaman zaman Ömer’in kişisel hayatlarından uyarlayarak yazdığı “dizi”nin alternatif “ilk bölüm”lerini de izlediğimiz oyunda kurmaca, üst kurmaca ve gerçek devamlı olarak birbirine karışıyor. Oyundaki Ömer ve Leyla’nın dizi senaryosundaki Ömer ve Leyla’yla, senaryodakinin gerçek hayattaki Hakan Emre ve Nezaket’le ne kadar benzeştiği üzerine çoğu zaman kafamız karışıyor. Az biraz magazinel bilgimizle oyundaki karakterlerin ikilinin biyografisinden esinler taşıdığını hemen anlayabiliyoruz elbette. Ama biyografiyle çelişen veya çelişmesini arzu ettiğimiz kısımları da barındırıyor. Dışarıdan power couple gibi görünen ikilinin içeride ne çatışmalar yaşadığını/yaşıyor olabileceğini izlerken zaman zaman “umarım böylesine sert kavgalar etmiyorlardır” demekten kendimizi alamıyoruz. Sonra aklımıza Ömer’in dizi senaryosunu kabul ettirmek için yapımcıdan aldığı revizeler geliyor, çatışma önemli diye düşünüyoruz, seyirci çatışma sever. Belki de bu yüzden Nezaket ile Hakan Emre’nin, Leyla ile Ömer’in trajedileri, kavgaları, çatışmaları abartılmış ve sahneye öyle yansıtılmıştır? Ya da belki hayat kurmacadan çoğu zaman daha trajik ve ağırdır?
Hakan Emre Ünal ve Nezaket Erden’in Ayşe Draz’la birlikte 2018’de kurdukları Tiyatro Hemhâl, Sevgili Arsız Ölüm-Dirmit’le başlayan ivmelerini her oyunda biraz daha yukarı taşıyor sanki. Bunda kendi deyimleriyle söylersek amatör ruhla profesyonel iş yapmaları etkili olsa gerek. En Sevdiğinden Başla’da tercih edilen devised tekniği yani “ortaklaşa yaratım tiyatrosu” tam da bu ruha yakışan nitelikte bir seçim. Bu teknikle masa başında yazılan oyun metni ve sahnede yönetmenle çalışılan bir hiyerarşik düzen yok; yazmak, oynamak, dramaturji, kolektif üretimin bir parçası. Bu üretimde Hakan Emre Ünal ile Nezaket Erden’e yazar Selen Örcan ile yardımcı yönetmen Büke Erkoç’un yanı sıra aynı zamanda oyunculardan biri olan Elif Aydın eşlik ediyor. Kolektif işler iyi sonuçlar verir diye bir formül yok elbet, yine de En Sevdiğinden Başla’nın sağlam kurgusu, duyguları oldukça iyi yansıtan diyalogları, oyundan kopmaya engel, oldukça dinamik metni ortaklaşa yaratımın iyi işlediğinde nasıl neredeyse kusursuz sonuçlar verdiğini göstermeye yetiyor.
En Sevdiğinden Başla’da sınıf meselesi, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, kültür endüstrisi, yüksek sanat gibi başlangıçta birbirinden farklı görünebilecek konular, bahsettiğim sağlam kurgu sayesinde hiç sırıtmadan hikâyeye dâhil oluyor. Tiyatro Hemhâl’in kuruluş fikrinden izler taşırken, sanatçının kendi bildiği yolda ilerlemek istediğinde sektöre nasıl ayak uyduramadığını, sistemin dışına nasıl itildiğini de gösteriyor oyun. Sanat, özgün olanı güçlendirirken; kültür endüstrisi her şeyi tek tipleştirme eğiliminde. Sanki yalnızca tek bir tip izleyici, okur ya da dinleyici varmış gibi davranılıyor ve üretimler de buna göre şekilleniyor. Oyunu izlerken, sokaktan topladığınız arkadaşlarınızla birlikte ışığından sesine, kurgusundan kostümüne dek her şeyi kendi hevesinizle tasarladığınız o ilk oyunlardan birini sahneliyormuşsunuz da bir anda işler ciddiye binmiş ve profesyonel eller, metnin kurgusundan yüzünüzdeki geçmeyen “masumiyet” ifadesine kadar her şeye müdahale etmeye başlamış gibi hissettim. Tesellim ise sahnedekilerin kendi çocuksu heveslerinin peşinde oyun oynamaya devam etmeleriydi.
Leyla’nın “en sevdiğinden başla” önerisiyle bu yazının başına oturmuştum ama halen oyunda en sevdiğim şeyden bahsetmiş değilim: duygular. Evet duygular. Bir yanda “Sana ihtiyacım var, benimle kal” diyen Ömer’in çığlığını diğer yanda “Beni de kendi karanlığına çekiyorsun” diyen Leyla’nın suskunluğunu izlerken çok daha fazla ağlayabilirdim. Ama oyunun niteliği, seyirciyi meselenin trajik yanından koparmadan mizahla yakalamak. Belki de izleyiciyi yakalamak gibi bir derdi hiç olmamak, sadece kendi var oluşuna uzaktan bakarak, kendi duygularınla yüzleşerek alaya alabilmek, bu sayede arınabilmek. katharsis yaşatırken katharsisi yaşamak… Sanırım bu yüzden tam da kendi hayatımızdan bir şeyler yakaladığımız noktada ağlamak yerine kahkahalarla güldük yüz dakikalık oyun boyunca.
Anlatı ilerledikçe seyirciyle kurduğu mesafe azalıyor; hikâye dışarıdan değil, içeriden konuşmaya başlıyor. İşin biraz magazini söz konusu olunca insan önce ne gerçek ne kurmaca üstüne düşünse de nihayetinde bunun hiçbir önemi yok. Önemli olan gerçek ya da kurmaca, tüm bu hikâyede kendine ne kadar uzaktan bakabildiğin. Sonuçta kendini seçemiyor, bırakıp kaçamıyor, yazmadığın bir hikâyede az biraz keşfediyor ve önce en sevdiğini öldürüyorsun, hepsi bu kadar.
コメント