John Gabriel Borkman; Henrik Ibsen’in olgunluk dönemi oyunları arasına girer. Bu, hayatının son dönemlerine yaklaşan bir yazarın birikimlerini yansıtacağı bir fırsat olarak algılansa yeridir. Ibsen’in bu oyunda kahramanı da yaşlı bir adam olan John Gabriel’dir. Anlatılan onun hayatının ‘kış’ıdır. Zaten oyunda mevsimin de kış olarak seçilmesi tesadüf olmasa gerek.
Oyun bir yandan güç tutkusu kontrol edilemez bir noktaya varmış kendini üstün gören ve herkes namına karar verme hakkını kendinde bularak bankadaki paraları yasa dışı olarak bir nevi zimmetine geçirmiş bir adamın cezaevinden çıktıktan sonra ailesiyle yaşadığı dramı konu alarak, ayakları yere sağlam basan realistik özellikler gösterir. Ancak oyundaki başkişi olan John Gabriel ve diğer kişilerin konuşmaları ve özellikle oyunun son perdesi romantik yanı ağır basan bir durumdadır. Hırsıyla yanıp tutuşan ve kendini insanlığa önderlik yapacak konumda gören bir kişinin toplumun değer yargılarına ve kanunlara yenilişi fakat buna rağmen kendini odasına kapatıp tekrar herkesin ayağına geleceğine olan inancıyla baş gösteren hastalıklı bekleyiş psikolojisi olay örgüsünün realistik yapısıyla uyuşmaz ve oldukça anakronik bir tabloyu gözler önüne serer.
Üstelik sadece o değil karısı olan Gunhild Borkman da katı değer yargıları ve oğluna yüklediği ‘kurtarıcı’ misyonla da bence kendi ideallerine batmış ve debelenmeye devam eden bir durumdadır. O büyük sorumlulukların altından kalkacağına inandığı, oldukça iyi tanıdığını düşündüğü oğlunun bir kadının peşinden gidip ailesini terk edeceğini hiç hesaba katmamıştır. Yıllarca biriken hesapların iki günde neticelendiği bu oyunda bence olaylar elbette yazarının uygun gördüğü gibi durdurulamaz bir şekilde ilerlemektedir.
Ancak olayların akışı içerisinde Ella Rentheim karakterinin çiftliğe gelişinin de katalizör işlevi gördüğü söylenebilir. Böylece olay örgüsü içerisinde düğüm atılıp iki kız kardeş arasında ilk defa girişmedikleri bir ölüm dirim savaşı başlar. Genel serimde Erhard’ın birlikte gideceği Fanny Wilton karakteri hakkında seyircileri ve okuyucuları aydınlatacak kişi de aynı zamanda Ella Rentheim’dir. Borkman’a ve karısına çiftliği tahsis edip geçimlerini üstlenen ve Erhard’ı belli bir zamana kadar büyüten kişi olarak onun; tüm bunları yapmasına neden olarak bizler, içindeki insan sevgisini fakat bundan da çok Borkman’a olan samimi aşkını görürüz. Üstelik o Borkman’dan sonrada hiç kimseyle gönül macerasına girişmemiş ‘Matmazel Ella Rentheim” olarak Ibsen ahlâkçılığına da örnek teşkil etmiştir. Oyundaki karakterler arasında en günahsız olarak onu görebiliriz. İşte tüm bu idealistik figürler, benim bir örneğini de Çehov da gördüğüm ‘realistik içerik - romantik üslûp’ a benzerlikler gösterir.
Oyunun içindeki aksiyon Ella Rentheim ve Fanny Wilton’un oyuna girişleriyle tırmanmakta, John Gabriel’in kendini hapsettiği odadan çıkmasıyla son önemli düğüm de atılmış olmaktadır. Borkman’ın oğlu olan Erhard’ın evden ayrılışı ile oyun karakterlerinin tavırlarının nihai hükmü saptanmış olur ve bir nevi onları bekleyen akıbet kesinleşir. Ardından da bence oyunun doruk noktası olan John Gabriel Borkman’ın kendini dışarı atışını görürüz. Ölüme giderken bile o, karanlık ormanın yakınındaki uçurumda devrilen tekerlekleri, ateş saçan silindirleri görür. Bence bu ölüm psikolojisiyle görülen sanrılar değil onun hiç bitmeyen ütopik dünyasının samimiyetinin son kanıtıdır. John Gabriel hiçbir zaman basit bir suçlu olarak görülemez, adi bir hırsız olarak düşünülemez. Olsa olsa hastalıklı tutkularının kurbanı olmuş coşkun bir tindir o. Ibsen gibi gerçekçilin babası olarak görülen bir kalemden böylesi muazzam bir hayâlperestin çıkması hep düşündürücü olacaktır. O belki de bizleri 20.yy ile başlayacak tinsel yenilginin ve teknolojinin, hayal gücünün karşılığı sayıldığı yavan dünyaya hazırlayan bir kâhindir kim bilebilir! Bunun bir benzeri de Çehov’un ‘Martı’sında bulunur. Borkman’ın ölümü, kendi ifadesiyle ‘Son Napolyon’un da ölümü olacaktır.
Oyunun teknik yorumlanmasına değinecek olursak sahneleme düşüncesinde olanlar için onları bekleyen en büyük sorun oyunun çok uzun olması. Dramaturjik bir budamaya gitmek kaçınılmaz görünüyor. Ben söz konusu bu budamanın genel anlamda üç yerden yapılabileceğini düşünüyorum. Bu yerlerin en kritik olanı, (m.e.b yayınları – 1991 - Altar çevirisi baz alınarak) birinci-perde ikinci meclis olarak geçen Gunhild ile Ella Rentheim arasında geçen sahnedir. Nedeni ise oyundaki serim kısmının büyük oranda bu sahneye yayılmış olmasıdır. Ancak sahne gereğinden uzun görünmekte ve bu yüzden tekrar belirtecek olursak titiz bir kısaltma yapılarak sahne daha sağlıklı bir görünüme kavuşturularak sahneleme açısından uygun hale getirilebilir. Diğer bir budama ise ikinci perde-ikinci meclis olarak geçen Borkman ile Foldal arasında geçen bölümde yapılabilir. Ancak az sonra değineceğim Foldal karakterinin nevi şahsına münhasır kişiliği bu ağır dramın içinde seyirciyi güldürüp soluk aldıracak özellikler barındırdığından bu bölümdeki budama kısmî olmak zorunda kalacaktır. Son olarak ikinci perde-üçüncü mecliste Borkman-Rentheim diyalogu kısaltma için bence en elverişli görünen bölüm olarak durmaktır.
Oyundaki karakterlerin duygusal yoğunlukları onları canlandırmaya çalışırken bize yardımcı olabilir. Ancak diğer karakterler kadar net bir renge sahip olmayan ve rejiyi zorlayacak diye tahmin ettiğim iki karakter var. Bunlar; Fanny Wilton ve Wilhelm Foldal. Renkleri net değil ve çok flû bir görünümdeler. Bu karakterlerin taşıyacağı tavır tamamen yönetmenin tasarrufu olarak kalacak görünüyor. Metin; bize kesin bir hüküm vermiyor kanaatindeyim. Örneğin; Foldal bir şapşal olarak da betimlenebilir yahut sadece saflığının getirdiği bir talihsizliğin yükümlüsü bir bahtsız zavallı olarak da sunulabilir. Metindeki hermeneutik çıkarım bana göre her iki reji yorumunu da kaldırabilecek gibi görünüyor. Ancak Foldal karakterinin, oyunun ihtiyacı olan ‘komik unsurlar’ ı barındırıyor olması asla es geçilecek bir nokta olmadığı için onun ilk değindiğim figür olarak yönetmence yorumlanması bence daha isabetli olacaktır. Fanny Wilton’a gelecek olursak onun da bir fettan kadın mı yoksa sadece o dönem için biraz uygunsuz düşecek bir aşkın peşinden koşup, kocasında bulamadığı mutluluğu Erhard ile bulmayı arzulayan bir cesur kadın mı olarak seyirciye sunulacağı yine rejinin takdiri olacaktır.
Son olarak oyundaki çatışmanın hayaller ile realite arasında olduğunu düşünülecek olursak, bizim bu çatışmada bir tarafa daha meyil vermemiz gerekirse bunun günümüz gerçekleri göz önünde bulundurulduğunda hayaller lehinde olması görüşündeyim. Bunun sağlanması içinde oyunun dramatik çizgisine zarar vermeyecek ölçüde John Gabriel karakterinin ‘kötü’ olarak sunulmaması gerekir. Paul Schlenther’in ifadesiyle “yıllanmış bir marazın ateşiyle ürpermekte ve üşümekte” olan bu karakterlere ve başta John Gabriel’e anlayışla yaklaşmak bir ödevdir. Uçsuz bucaksız bir hayal âleminde yaşayan bu kişinin, kendi nefsine duyduğu imanın bedelini sosyal hayata nizam veren ve aşırılıkları törpüleyen ‘ceza kanunları’ ile ödeyen John Gabriel’in denildiği üzere tek suçu aşık olmaktır ama ne Ella’ya ne de Gunhild’e… O, geleceğe aşıktır. Bu geleceğin tesisini de tek başına üstlenen Borkman’ın kendi gururunun da tatmin edilmesini önemsemesi bu tip insanların ortak özelliklerini kavramada Ibsen’in ne denli başarılı olduğunu gösterir. Bunu söylerken çok samimiyim. İdealist ama başarısız olmuş kişilerin agresif tavrı ve şişik egosu ortak paydalarıdır.
Ibsen ‘in temel tavrında yer eden soya çekiş esaslarına göre yaşlı kurt Borkman’ı bulan akıbet elbette uçarı Erhard’ı da rahat bırakmayacaktır. O da bunca sorumsuzluğunun bedelini bir gün mutlaka ödeyecektir. Ibsen’in etik anlayışıyla paralellik gösteren bu öngörüye katılan Paul Schlenther; konuya dair benzer eleştirilerde bulunur. Ancak bunu da zaman denen en büyük öğretmen biz insanlara gösterebilir. Şimdilik hayat rutin akışıyla sürüp gidecek ve aynı hatalar tekrarlanacaktır. Ne de olsa tıpkı Ibsen’in dediği gibi:
“Hayata her yeni açılan göz, eskiyi sanki yeni bir şeymiş gibi görür.”
Comments