Günümüz toplumları; sanayi devriminden bu yana yeni bir iktisadi teşekkül olan kapitalizmle birlikte daha önceki tarih dönemlerinde görülmemiş bir hızda değişim gösteren bir sosyolojik tutum sergilemekteler. İmkânlar, tavırlar ve yargılar sürekli yeni dinamiklerin bombardımanı altında yeniden şekillenmekteler. Bununla birlikte dış uyarıcıların, gerek açık gerek de subliminal mesajların etkisiyle beraber insanlar masumiyetlerini yirmi birinci yüzyıl itibari ile kaybetmiş durumdalar. Maksadım geçmiş devirlerde insanlık pir-ü paktı demek değil. Bu kaybedilen masumiyet; farklılıklarımızın zenginliğinden, aralığı yüksek bir parametrede seyreden kişisel tavırlarımızın bize özgülüğünden ve “bihaber olmaklık” ın naifliğinde yatan bir masumiyet düşüncesidir. Ancak bilgi ve bilişim çağının insanı dürtücü ve bilgilendirmek adı altında tek tipleştirerek, kaypak bir pedagojik rol üstlenmesiyle bizler; her an her yerde olabilirlik, her şeye hemen ulaşabilirlik, öz ile oynanabilirlik ve kopyalanabilirlik iddialarının cazibesine kendimizi çoktan kaptırmış durumdayız. Gündelik pratik içerisinde, bilginin aktarım hızı ve çokça da sadece güdümlü enformasyonun bazı odaklarca haberdar olma edimine açık hale getirilişiyle, insanlar aynı gündemlere sahip, refleksleri dahi aynı olan tek tip sıradan beşeri tepkilerin öznesi olmuş görünüyorlar. “Benim güldüğüme sen de gülüyorsun, benim izlediğimi sen de izleyebiliyorsun, benim olanı sen de aynı ölçüde yaşayarak ‘senin olan’ kılabiliyorsun.” Sosyolojik durumu bu olan yakın çağın son evlâtları; sanatsal edimler gibi orijinalliğin mutlak bir değer ifade ettiği sahalarda da yeni olanı yaratmakta zorlanır durumdalar. Artık yeryüzünde yeni bir söz söylenemez mottosu gerçekliğe bürünmüş konumda. İnsanlık geçmiş zamanların sanatsal tavırlarını ve kadim disiplinlerini yeniden gündem malzemesi yapmak zorunda kalıyor.
Antik Yunan sanatında görsel bazda tragedya da bunlardan biri. İşte bu noktada yirmi-yirmi beş asır öncesinin bu sanatı günümüz toplumunda kendine bir yer bulabilir görünüyor. Ancak tabii ki aynı yapı ve üslûbu barındırarak değil. Aksi takdirde garip bir komedi olarak algılanıp hor görülmenin ötesinde bir tepkiyle karşılanmayacaktır gibime geliyor. Burada özün ve asıl olanın deforme edilmesiyle oluşan şeye de tragedya diyeceksek eskide kalan nedir gibi bizi ikilemde bırakacak sorular eksik olmayacaktır ancak çağın insanına ve onun problematiğine uygun olan içerik-üslûp değişikliği yapıldığı takdirde barındırdığı mesaj ve yöneldiği ülkü bağlamında tragedya; günün meselelerine çözüm getirme ve sorunsalı ifşa noktasında sanatın yüklendiği misyon içinde son derece elzem bir araç olarak işlev görebilir.
Bilindiği gibi tragedya teknik olarak normatif kalıplara bağlı bir oyun tarzı. Daha sonraları Aristoteles tarafından da kuramsal anlamda çerçevesi çizilmiş bir form. Gerek metin olarak gerek de oynanış biçimi olarak belirli bir çerçeveyle şematize edilmiş bu özellikleri, esnetilerek bugün sahne sanatlarında farklı bir doku olarak neden işlev görmesin? Fakat bu; sırf yapmak için yapıldığında oldukça sığ ve yapmacık bir manzara ortaya çıkacaktır. Teknik olarak devrin politik kaygıları da ön plânda tutularak tragedya kahramanına çizilen serüven eğer bu günün değerleriyle barışık bir hale getirilebilirse tragedya türü yeniden ikâme edilebilir. Bu noktada hayati önem taşıyan mesele; trajik kavramına yüklenen misyon ve trajik olanın ne’liği üstüne yeniden düşünmek gerekliliğidir. Geçmişten bu güne trajedinin muhatabı kişinin iki müspet değer arasında kalışı, suç sayılana yönelimi ve en sonunda da yargılama merciindeki uhrevi gücün cezalandırıcı fonksiyonu günün realitesine uygun hale getirilmelidir yoksa inandırıcılık açısından büyük açmazlar ile karşı karşıya kalınacaktır. Bu sorun aşıldığında, seyirci konumundaki kişi Hamartia-Pathos izleğinden hareketle sahnedeki eylemle bir özdeşlik kurarak mutlak bir arınıma ulaşabilecektir. Zaten asırlar öncesinde kalmış bir oyun türünü bu güne taşımaktaki hedef; tiyatronun artık pek de üstesinden gelemediği sağaltımı yani katharsis’i günümüz seyircisine yaşatmak arzusunda yatan pragmatik misyondur.
Bu izlekten hareketle günümüzde çığırından çıkan insan psikolojisini; anti depresanlara muhtaç şehirlisinden, yaşadığı huzursuzluğun adını bile koyamayan taşralısına değin toplumsal bir dönüşüm sağlanarak nihai erekte yatan Antik Yunan’ın “ölçülü insan” idealine ulaşılabilecektir. Bu ideali Antik Yunan’da siyasi erkin bu ifadeyle karşıladığı “aşırılıklarından sıyrılmış, mülayim, uysal ve tabiin vatandaş” kavramı ile karıştırmamalıyız. Buradaki ölçülülükten kasıt; itidâl sahibi, düzgün muhakeme yetilerine haiz bir insan tipi olmalıdır. Böylece hiç değilse, günümüzde ne yazık ki meta haline gelmiş bulunan sanat, deyim yerindeyse kötünün iyisi olarak izleyicisine daha doğrusu “alıcı” sına ödediği paranın karşılığında seyir zevki haricinde müspet değerler kazandırmış olacaktır ve belki de günün birinde bu müspet değerler ile donanmış insanlardan beklenen şey gerçekleşecek ve nihayetinde içinde yer aldığımız, yer almak zorunda bırakıldığımız, gücün paraya endekslendiği bu pazarlama çağı böylece son bulacaktır.
Comments