''Nereden başlasam bilmem ki... Duygular diyelim. Korkular mesela. Korkular değişmiyor. Cinsiyeti yok korkularımızın. Mutluluklarımız da öyle. Ben bu oyunu kaleme aldığım dönemde, bir kadının gözlerinde ‘mutluluğu’ ve de ‘o mutluluğu yitirme korkusu’nu görmüştüm aynı anda. Ve de o sıralar onun yüreğini aralayabilmem ya da kendimi onun duygu süzgecinin ağzında bulabilmem için aşırı bir empati gayreti içerisine girmem de gerekmiyordu. Çünkü o sıralarda yüreklerimiz aynı şarkının ritmini tutuyordu birlikte. ‘Düğün Şarkısı...
Bu oyunu günün birinde onun oynamasını tasarlıyordum ama hayat bizim tasarılarımızı kaale almıyor pek. Korkularımız da bu yüzden işte. Tasarılarımızı yarım bırakma korkusu. Planlarımızın allak bullak olması ihtimali. ‘Hayat bütün planlarınıza rağmen sürüp gidendir’ gibilerden bir sözünü hatırlıyorum John Lennon’ un. Dışımızdaki evrene ait hesaplı ya da hesapsız oluşumlar, her ne kadar bazan öngörülebilir bile olsalar, genellikle bambaşka yollara ve akla hayale gelmeyecek neticelere sürüklüyor akıp giden hayatı.. ve de hayatın sularında yol alan bizleri. Bu oyun tam da bunu anlatıyor işte."
Civan Canova
Söyleşi:
HANDE SÜNNELİ-SEZEN KAYA
PSİKOLOJİK SANSÜR SANSÜRLERİN EN BÜYÜĞÜDÜR
2005 – 2006 yılları arasında İzmir Devlet Tiyatrosu'nda, Işıl Kasapoğlu tarafından sahnelenen Düğün Şarkısı şimdi İstanbul Devlet Tiyatrosu'nda oyunun yazarı Civan Canova tarafından sahneleniyor.
Civan Canova, bir kadın gözüyle hayat verdiği oyunda izleyenlere yazarın bir erkek olduğunu hissettirmiyor. Tek kişilik oyun olan Düğün Şarkısı kadın karakteri Ophelia tarafından bizlere anlatılıyor. Ancak izleyenler Ophelia'nın anlattıklarıyla oyunun erkek karakteri Akhilleus'u sahnede hissedip bazı yerlerde kızarken bazı yerlerde hak veriyor. Oyundan çıkarken herkes kafasında kendi hayatına dair sorularla başbaşa kalıp belki de Ophelia ve Akhilleus'un çözemediklerini kendi hayatlarında çözüme ulaştırıyorlar. Biz de kafamızda oluşan soruların cevabını bulmak için Civan Canova'yla konuştuk.
“Performans bir kişi fakat oyun aslında çok kalabalık bir oyun”
Düğün Şarkısı kadın oyunu olarak görünse de bir erkek üzerine kurulu. Karşımızda görmediğimiz sesini duyduğumuz ve Ophelia tarafından bize anlatılan bir adam var. Bu açıdan baktığımızda kadın oyunu olarak anılması ne kadar doğru? Mesela âşk oyunu olarak da adlandırabilir miyiz?
Bir oyuna illa bir ad takmak gerekmiyor. Ben kadın oyunu yazacağım diye yazmadım. “Oyun yazacağım.” dedim, böyle bir dramatik örgü oluşturdum kafamda. Tek kişilik bir oyun ve kahramanı kadın olunca, kadın oyunu deniyor. Tabii ki teması âşk, sevgi, özlem yani insanın yaşadığı bütün duygular var bu oyunun içinde. Özlemin dışında umutsuzluk, hayalkırıklığı... hepsi. Bütün duygular var. Bu sebeple sadece kadın oyunu demek yanlış olur. Duygular aynı, kadın erkek fark etmiyor. Âşk ikisi için de âşk, sâdakat, sevgi, hayalkırıklığı her şey iki taraf için de aynı. Bu açıdan nasıl isterseniz tanımlayabilirsiniz. Kadın oynuyor diye kadın oyunu mu deniyor oyuna? Oyun oyundur. Bir çok yerde açıkladım duygular değişmiyor. Böyle bir dramatik bir kurgu içinde bir kadın olması, fonda bir erkeğin olması daha uygundu. Fakat şunu da düşündüm, bir de aynı oyunu adamın dünyasından yazalım nasıl oluyor acaba diye. Belki o da kadın karşısında çok farklı duygular yaşamış olabilir. Erkek de var oyunda. Aslında tek kişilik oyun da değil. Motif, dış ses... Performans bir kişi fakat oyun aslında çok kalabalık bir oyun.
Bir yazar olarak kadınların kimyasını çözdüğünüzü görebiliyoruz. Ophelia aşık, sevilmeyi,ilgi görmeyi bekleyen bir kadın. Akhilleus ise kararsız ve içine atan bir âşık. Niye böyle bir oyun yazma ihtiyacı hissettiniz?
Önce “Neden boş boş oturuyorum?” diye içinizi bir şeyler tırmalıyor. Yazma ihtiyacı doğuyor. Ben yazmadığım seneler kendimi asalak gibi hissediyorum. İlk önce ihtiyaç sonra tema geliyor. Ben bu oyunu yazalı bayağı oldu. O yaz öyle başladım. “Nasıl bir oyun yazabilirim?” diye düşündüm. Şimdi bu öyle bir macera ki, o an sizi ne ateşledi, nasıl başladı sonradan pek kestiremiyorsunuz. Çünkü ilk sizi ateşleyen şey oyunun içinde çok önemsiz bir hale gelebiliyor, bu macera boyunca çok farklı yerlere varabiliyorsunuz. Ben bir şey yazmadan önce kafamda karakterleri ve sahneleri belirleyip başlamıyorum. Önce duyguyu belirliyorum sonra oyun kendini örmeye başlıyor. Karakterler oluşuyor, yazılanlar yırtılıyor, tekrar yazılıyor. Bu cevaplaması çok zor bir soru. Bir oyunun yazılış süreci tam bir macera. Kısaca oyun yazma dürtüsü ateşledi diyelim. Çok mutlu bir ortamdaydım, karım da ben de çok mutluydum. Bunun bozulma ihtimali, ileride başka bir şeye sürüklenme ihtimali, bunların yaşattığı korku... Bunları o dönem hayat arkadaşımla da paylaştım. Kurguyu ona da danıştım. Sonuçta o da bir kadın. Kadın kimyasını çözmek çok zor bir iş. Biz daha kendi kimyamızı çözemedik. İkisinin hayat içindeki rolleri çok farklı, bugünlere çok farklı şekillerde evrilip gelmişler. Ne kadar empati kurarsak kuralım, hayatı algılayış biçimi de, yorumlayış biçimi de ayrımcılık olmasın sakın doğanın getirdiği bir şey, cinsiyete göre değişiyor. Hayata bakış bile farklı. Mesela, bir çocuğa bakış bile farklı. Ben hep onu derim, “Bir erkek, arkadaşının çocuklarına delikanlı, genç adam” der. “Bir kadın tüm çocuklara evladım, yavrum” der. Anaçlık, insanlara bakış vs. bambaşka. Bu açıdan beni bu oyunu yazmam için beni ne dürtükledi tam bilemiyorum ama bu anlattıklarım içinde cevap var sanırım. En azından bir kısmı.
Bir kadın ve bir adamın aşk uğruna yapabilecekleri ve yapamayacaklarına tanık oluyor, özellikle Akhilleus'un intiharında yapılamayacakları görüyoruz. İntihar dışında bir son tasarlamış mıydınız? Bu bir kaçış mı? Sizi intihara sürükleyen "Seçtiğiniz bedenlere yerleştirdiğiniz ruhların hayal ettiğiniz gibi çıkmaması mı?"
Evet, sondan başlayalım. Bu söz “Ful Yaprakları” oyununda Richard’a söylettiğim bir söz. Aşk nedir? Hoşumuza giden bir bedenin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirir, adına da aşk deriz bu saçmalığın. Gerçi sonra bu, döndü dolaştı Shakespeare’in, Othello’nun sözüydü bu diye. Bir anda kendimi haddini bilmez biri gibi olarak hissettim. Shakespeare nerde ben neredeyim? Benim sözüm nasıl bu adamın ağzından çıkar. Bu değil, âlası çıkar. Bu durum beni malasef karışık duygulara itti. Yani bu var, hayal ettiğimiz ruhların, o bedenlerde çıkmaması var, hayal kırıklığı var bu oyunda. Kadın adamı ulaşılmaz olarak görüyor. Hayatını birleştirdiği zaman çok farklı bir dünyaya yol alacağını düşünüyor, öyle hayal ediyor. Fakat hiçbir zaman bu olmuyor. Çünkü o hayal ettiği şey bir imaj. İçindeki insanı tanımak zaman alıyor. Bizim de yanılgılarımız bu. İmajlara kapılıyoruz. Hayalimizdeki böyle olmalı, böyledir diyerek kafamızdaki ruh özelliklerini yüklüyoruz insanlara. Sonra da hayal kırıklığına uğruyoruz. İşte bu oyunda da bu var. Tam da bu var. Yani iki taraf için de bu var. Neden intihara sürüklendiği ise çok derin. Bu oyunun içinde de pek fazla deşemedim galiba. Kadının ağzından olduğu için, kırpmalardan da dolayı, yani Akhilleus’un aslında farklı bir dünyası var. Kadının hiç algılayamayacağı bir dünya fakat kadının onu sevmesine de engel değil. Bu dünyada kadını mutlu edemeyeceğini anlıyor ve bu mutsuz etme durumu da onu vicdanen çok yaralıyor. Oyunda geçen “Sen bana engel oluyorsun.” cümlesi kadını en çok yaralayan laf. Kadın adama yanaşmak istiyor, yatmak istiyor, ilgi istiyor fakat adam sürekli yazı yazmak istiyor ve kadını bana engel oluyorsun diyerek suçluyor. Ne kadar haksız olduğunu da biliyor. Kadın bir şey istemiyor. “İnsanlık suçu mu işledim? Kocamın yanında olmak istedim” diyor. İlgi istiyor. Adam bunu anlamayacak biri de değil aslında ama kadının hayalindeki o dünyaya adapte olamıyor. Çatışma yaralıyor. Kadını seviyor fakat uyum sağlayamıyor. Alternatif bir son düşünmedim. Yazdım bunu, sonra bir çok oyun oynadım. Şu an on altı tane oyunum var. Yazıyorum ve kapıyorum. Problemi o an çözmüş oluyorum, kendimle hesaplaşmış oluyorum gibi geliyor oyun. Sonra da insanlarla paylaşıyorum. Resim gibi, yapıyorsun ve unutuyorsun. Başka bir resme yöneliyorsun. Böyle kurdum o dönemde ve böyle bitti.
"Her başarılı erkeğin arkasında bir kadın olduğu yaygın bir kanıdır." Metinde de Ophelia'nın okulunu bırakıp Akhilleus'un yanında olması kanıyı doğruluyor. Bir yazar olarak siz hangi cepheden bakıyorsunuz?
Bu doğru ama eşit şartlarda yola çıksalardı ve Akhilleus’u yükseltseydi tam anlamıyla doğru olurdu ama Akhilleus zaten hayatında bir noktaya gelmiş biri. O döneminde tanıyor onu. Akilleus hayatında başarılı olmuş. Belki de yanlış burada. Eşit başlamamışlar hayat yolculuğuna. Yani hayat 100m’lik bir koşuysa, Akhilleus 50m’deyken kız daha yolun başlangıcında. Çatışma da burada başlıyor.
1974'de Yılmaz Güney ile karşılaştım ve bana “Filmde oynar mısın koçum?”
Oyunda Akhilleus'da belirgin bir şekilde yazar egosuna tanık oluyoruz. "Ophelia'ya vakit ayırmaması, evlendiği ilk gün arkadaşlarıyla olması, kendini değersiz hissettirmesi..." “Freud'un sözüyle ego şahlanmış bir at üzerindeki şovalye gibidir.”Peki bir yazar, oyuncu ve yönetmen olarak Civan Canova ve Akhilleus arasında bir ego benzerliği görüyor musunuz?
Yok, bir benzerlik görmüyorum. Hayatım boyunca egolarımı nasıl törpüleyebilirim diye terbiye etmeye çalıştım. Egoyu bastırmak zararlı bir şey, sonra başka bir yerden patlar. Bir şeylerin daha farkındayım, bir sanatçıyım. Hatta bir keresinde sevgili arkadaşım Kenan Işık, Antalya Film Festivali’nde ödülümü aldıktan sonra bana, “Şu an sırf mutlu olmak zorunda olduğun için mutlusun, öyle değil mi?” dedi. Bir şey insana neden haz veriyor? Kafamda bunu hep sorguluyorum. Oyunum oynanıyor, sonrasındaki alkış neden bana haz veriyor? Tamam, başarılı olduğum için ama benim amacım başarılı olmak mı? Kendimi ifade etmek mi? Yoksa bir şey üretmek mi? Başarıyı oyuncu olarak da geç yakaladım. Kendi tercihimle hep geri planda kaldım. Rolün içinde olmak, canlandırmak beni tatmin ediyordu. Zaten insanların önünde olmaktan, ilgisinden rahatsız olan biriyim. Bir yandan da üretmeyi ve paylaşmayı da çok seviyorum. Bu yüzden Akhilleus ile aynı değilim gibi geliyor bana. O, kendi dünyam budur, dört dörtlük bir dünyam var ve buna kimse müdahale olamaz duygusu içinde yaşıyor. Köşeli bir adam. Her şeyi belli. Bu sebeple kadının dünyasına adapte olamıyor. Hatta düğün gecesi onun için bir şey ifade etmiyor. Sırf yüzüğümü taktık, evlendik diye yatağa girmemize de gerek yok , ben gidip yazımı yazayım hayat da devam etsin düşünceleriyle yaşıyor. Artık egosunu besleyecek bir şey yok etrafında. Kadını seviyor ama farklı bir dünyada farklı bir biçimde. Kendiyle de belki çelişiyor ama düşündüğün zaman her oyuncuda her sanatçıda olması gereken bir ego var. Bunu yadsıyamayız. Bunun farkında olup ne kadarı benim egom ne kadarı saf ben ayırmak gerek. Belki de yaş aldıkça oluyordur bu. ilk yılarımda 1974'de Yılmaz Güney ile karşılaştım ve bana “Filmde oynar mısın koçum?” dedi. Ben de o sırada konservatuar sınavlarına hazırlanıyordum ve hayalimde de tiyatrocu olmak vardı. Bu bana öyle bir mutluluk verdi ki oyuncu olucam diye. Neyse, Ankara’ya geldim, afişte beşinci ya da altıncı sırada ismim yazıyor. Her gün Kızılay’a gidip afişe bakıyordum. Benim de ismim var diye. Tabii ki bunlar ego. Şimdi aradan geçti kırk küsür yıl. Şimdi bunlar mutlu etmiyor sizi. Başka şeyler arıyorsunuz. Bir oyunun oynaması, bitirilmesi mutlu etmiyor. Hakettiği biçimde bir oyun oluşturuldu mu? Oyun gerektiği biçimde sahnelendi mi? Şimdi bunların üzerine kafa yoruyorsunuz. Alkışlar, ilgi artık sizi körüklemiyor, zaten siz körüklenmiş bir şekilde yolunuzda devam ediyorsunuz. Hesabınız değişiyor, kendi ürettiğinizle kendi aranızda olmaya başlıyor. Bu da egonun dışında bir şey. Ben bir oyun yazacağım, üç beş sene sonra ölüceğim ama yazdıklarım kalacak. Bir başkası sahneye koyacak. Bu da bir ego, var olma egosu. Yokum ama burdayım. Metoforik de olsa ölümsüzlüğü istemek gibi bir şey. Zamanın ötesine geçmek gibi bir şey. Ego meselesi çok derin bir mesele aslında. Ne kadarı benim egom, ne kadarı benim, bunu ayırdığımız zaman artık fenafillah mertebesine de ulaşmış oluyoruzdur. Bu da çok zor insan olarak, egolarımız var da bunun farkında olmak asıl önemli olan.
Bu oyunu bildiğimiz kadarıyla 1998 – 2002 yılları arasında yazdınız ve kendi hayatınızdan esinlendiniz. Bu durumda oyun yazarın trajik sonuyla benzerlik gösteriyor. Siz bir yazar olarak intiharla mesafenizi nasıl sınıyorsunuz?
Ben intihardan değil ölümden bile korkan ve hep uzağımda olmasını isteyen bir insanım. Kendi hayatımdan esinlendim. İlk çıkış noktası olabilir ama sonra başka bir dramatik kurguya gidiyorsunuz. Kendi hayatımı olduğu gibi kendi yapımla yazsaydım on altı tane oyun yazamazdım. Hep kendimi tekrar ederdim. Ben bunu yaşadım, bunu yaptım. Bir şeyler yazarken kendi hayatınızdan ilham alırsınız. Ben herkesten ilham aldım. Mesela ananemden de ilham aldım. Beni karakter olarak besledi. Ama aynı karakteri yazmadım. "Kıyamet Sularında" isimli oyunumda hep tanıdığım kişileri yazdım. Onları aile içinde birleştirdim. Oradaki aile benim ailem değil, oradaki çocuk ben değilim. Başka bir dünyaya, başka bir paralel evrene giriyorsun. Yapılar aynı olabilir ama ilişkiler, karakterler farklılaşıyor. İlk çıkış noktası benzer olabilir sonra oyun kendi dünyasına örüyor. Orada benden bağımsız karakterler var. Yoksa anı olur, hikaye olur, oyun olmaz. Kendi gerçeğini kendi karakterlerini yaratması lazım. Mesela "Günden Geceye – Eugene O'Neill" kendi aile ilişkilerini, babasını, annesini, çektiği acıları yazmış. Böyle bir şey olabilir ama ben şimdiye kadar masa başına hiç kendimden bir şey yazacağım diyerek oturmadım. "Bundan bir oyun çıkar mı? Buradan nasıl karakterler çıkar?" diyerek karar veriyorum. Benzerlik başlarda olabilir ama sonra farklılaşıyor. İlginç olsun diyerek yazmıyorum. Bir önermeyle yola çıkmıyorsunuz. Ben şimdi bu oyunda ihaneti anlatacağım. Bundan yola çıksanız bile bunu besleyen bir çok yan önermeler, başka bir dünya yaratıyor. O zaman öyle bir şekilde olayı örmeye başlıyorsunuz ki bu bilinçli olmuyor. Kendi gerçeğini yaratıyor. Dramatik kurguyu ilginç bir noktaya sokayım ilgiyi koparmayayım ya da ilginç bir finalle vay be dedirteyim kaygısı taşımıyorum. Naiflik olsun, insanlar kendileriyle bağ kuracak bir cümle bulsun istiyorum. Çok ilginç dramatik kurgular ya da finaller yapabileceğim bir oyun düşünmüyorum. "Kızıl Ötesi Aydınlık" iki kişilik bir oyun Altan Gördüm ve Nezih Cihan Aksoy oynuyor. Bu oyun da benden yola çıktı. Bir bekar odasında geçiyor ve genç bir çocuk kendi 20 – 25 yıl sonraki haliyle hesaplaşıyor. Evde bir yargısız infaz yapılmış ve iki kişi öldürülmüş. Ben bu olayı yaşamadım. Bir gazetede okudum. Cihangir'de iki kişi öldürüldü, sevgililer, yargılandılar, gıyablarında suçlu bulunmadılar falan... Ama ben de bu mahallede yaşıyorum. "Benim evimde bu olay olsaydı ben nasıl etkilenirdim?" diye düşündüm. Herhalde kendimi eve kapatırdım. Sosyal bir paranoya geçirirdim. Buradan yola çıkarak oyunu kurguladım. Oradaki ev benim evim, oradaki çocuk genç bir oyuncu çocuk. Kendini eve kapatmış. 20 yıl sonraki hali de bugünkü hali... Bugünlerde oyunu sahneye koyduk. Ama şimdi geçmişe bakarak yönetmek zorundaydım oyunu. Bugüne artık ulaştık. O zaman geleceği hayal ederek 20 yıl sonraki geleceği oluşturdum. Onu da şimdi Altan Gördümoynuyor. Bir yerde kehanet gibi olmuş. Bugünleri anlatıyor oradaki yaşlı adam genç haline... Sonra bir baktım aynı o günleri yaşıyoruz. Pek de saçmalamamışım gibi geldi. Demek istediğim farklı yere varıyorsunuz.
Devletin sanata olan baskısıyla karşılasıyoruz. (Heykel yıkımları, Dizi sansürleri, Oyunları kaldırma vs.) Bu sebeplerden dolayı mı özel tiyatrolarla da çalışmayı sürdürüyorsunuz?
Açıkçası ben bu baskılarla birebir hiçbir zaman karşılaşmadım. Ne yazdığım, ne sahnelediğim ne de oynadığım oyunlarda... Ama bu beni rahatsız etti mi? Rahatsız etti. Bütün bu dış müdaheleler sanata karşı bana da olabilir korkusuyla belki için için bir otosansüre yol açıyor. Bu yazdığım cümle başka bir biçimde yorumlanabilir mi diye düşünüyorum. Çirkin oyununun başına geldi. Oyunda hiç olmayan hiç o konuyla alakasız şeyler oyunun konusuymuş gibi lanse edildi. Bu da bir baskıdır. Orada ensest ilişki varmış. Homoseksüelliği övüyormuş. Oyun onu anlatmıyor. Ensest ilişki diye bir şey yok zaten. İzleyenler bir önceki ana-oğul sahnesiyle karıştırmış olabilir. Aklım hayalim almıyor. Nasıl böyle yorumlanır? Bu da bir baskıdır. Bir sanatçı olarak beni etkilemiyor mu? Evet, çok etkiliyor. Yazarken kendime otosansür uygulamaya itiyor beni. Bir oyunu sahneye koyarken şimdi bu acaba şöyle mi algılanır. Şu lafı terörü övmek gibi mi algılanır. Halbuki anlattığın yıllar önce yaşanmış bir olay. Ama burada acaba düşünceleri otosansüre itiyor. Özel tiyatrolarla çalışmak denk düştü. Özel tiyatro dediğin zaten Altan Gördüm daha önce bizimleydi. Kendi tiyatrosunu daha yeni kurdu. Yiğit Sertdemir, Kumbaracı 50'yi kuran arkadaşımız Şehir Tiyatrolarının elemanı... Onlar da bir yerde kendilerini farklı ifade etmek için farklı uğraşlar içine giriyorlar. Kendi özel tiyatrosunu kuruyor. Oralarda daha mı rahat hissediyorum kendimi. Dediğim gibi burada da bir baskıyla karşılaşmadım. Psikolojik bir baskı sadece... Nereye kadar gider psikolojik baskı? İnsanın tahammül sınırı neresidir? Bilmiyorum. Emekli olmayı düşünüyorum. Kendi başıma kalmayı düşünüyorum. Emekli olmak için şu anda enerjiğim gerek yok. Neden bunları düşüneyim? Ama tüm bu durumlar beni bunları düşünmeye itiyor. Nasıl kendi başımın çaresine bakarım? Nasıl yazdıklarıma kimse müdahele etmez? O zaman oturayım roman yazayım sonra yayınlansın ya da yayınlanmasın. Bir şey yapayım, bir şeyle uğraşayım dürtüsü var.
Devletin sanatçısı olur mu?
Devletin sanatçısı olmaz. Devletin sanatçısı lafı çok yanlış bir laf... Devlet sanatçıya ödenek ayırabilir. Ama devletin sanatçısı dediğin zaman devletin sözcüsüymüş gibi oluyor. O farklı bir şey. Ödenekli tiyatrolar olması gereken tiyatrolar bence. Ama büyük bir revizyona uğraması gereken müesseseler. Yeniden yapılanmalı... Belki de bütün yönetmelikleri değişmeli... Daha çağdaş daha farklı kurumlar haline gelmeli. Gerçekten ben de içindeyim, bir atıllık var mı? Bir memuriyet zihni var mı? Yüzde 60, yüzde 70 var. Bir memur olmanın getirdiği sanatçılıktan uzaklaşma durumu oluyor. Ben kişisel çabalarımla bunun dışında kalmaya çalışıyorum. Bu demek değil ki devletin yardımı daha fazla olsa... Her sene tiyatroya yardımlar yapıyor, bütçeler açıklanıyor. Daha fazla olsa, daha fazla sahneler açılsa... Ödenekli tiyatrolar çoğalsa... Bu yanlış değil ama devletin sanatçısı söylemi çok farklı. Dışarda “National Theater” var. Devlet tarafından yönetiliyor ama hiçbir zaman kraliyetin tiyatrosu değil. Özerk tiyatro... Biz de özerkiz. Devlet tarafından tüm masraflarımız karşılanıyor. Bu doğru bir şey bence olması gereken bir şey. Çünkü tiyatro masraflı ve külfetli bir şey. O masrafın altından özel tiyatrolar kalkamıyor. Altan'ların nasıl çabaladığını üç kuruş bulabilmek için nasıl çaba serfettiklerini çok çok yakından gördüğüm için “Keşke devlet yardım etse de daha iyi bir oyun çıksa...” diyorum. Bizim gibi gelişmekte olan bir ülkede devletin yardımı şart. Ama devletin sözcüsü olmak değil tabii bu. O çok yanlış bir şey.
Devlet Tiyatrolarında oyunları oynanan biri olarak sizin de sansüre uğradığınız oluyor mu?
1979 yılından beri Devlet Tiyatrosu'ndayım. Dışardan bir dayatma olmadı. Tarih içinde benim hatırladığım bu oyun oynansın, şu oyun oynansın gibi şeyler oldu. Onlara da gerekli cevaplar verildi. Hiç sansüre uğramadım ama psikolojik sansür sansürlerin en büyüğüdür. Bu yüzden uğramadım diyemiyorum. Fiiliyatta uğramadım ama psikolojik olarak etkilendim tabii ki.
Comments